Aslında ayyaşlar falan gelir böyle yerlere. Kimin aklına geldi buraya gelmek, kim biliyordu burayı daha önceden bilmiyorum. Arabayı şehrin kenar mahallelerindeki sitelerden birisinin önüne park edip yürüye yürüye geldik. İmarı geçmemiş, ekeni dikeni olmayan birkaç arsanın içinden dolandıktan sonra ufak bir tepe var. Tepenin diğer tarafı kayalık. Uçurum denmez ama aklı yerinde olan hiçbir insan da buradan aşağı inmeyi göze almaz. Etrafından dolanmak gerek. Kayalık tarafta üç tane balkon var. İkisine çıkılabiliyor. Diğeri sadece kuşlarla kertenkelelere mesken. Üçü de yerden bi hayli yüksek. Biz ortadakindeyiz.
Dört kişi şehrin dışındaki kayalığın yamacında oturmuş berrak bir akşamın önümüzdeki yeşilliğin üstünden akıp gidişini izliyoruz. Yarım milyon nüfuslu küçük köyümüzün dört solcusu, siyaset yapmaktan sıkılmış kendimizi atmışız şehrin dışına. Yaşadığımız şehrin cüssesi büyük, ruhu küçük. Bağrından çıkara çıkara bir avuç dolusu solcu çıkarabilmiş. Onların da dördü bugün izin vermiş kendine, yerden 20 metre yukarıdaki kayalığın yamacına tünemiş, akşamı izliyor. Ne gam! Şehrin varlığımızdan haberi var mı ki, yokluğumuzdan haberi olsun! Varsın bu akşam da bizsiz çöksün boş sokaklarına karanlık. O karanlık zaten tepenin arkasından gelip bizi bulacak, sonra önümüzdeki yeşilliklerin üstüne çökecek, ardından da vadideki taş harabelerin üstünden geçip uzakta görünen düzlüklere ulaşacak, tarlaları aşıp, oraya buraya dağılmış tek ağaçları da boğduktan sonra ufka kadar varacak. Birşey kaçırmıyoruz yani. Sadece sahne değişik.
Kafamı karanlık düşüncelerden uzaklaştırmak için parmağımla göstererek sağdan sayıyorum:
– İşçi, işsiz, – yanımdakine göz kırpıyorum – patronun değnekçisi, öğrenci…
Öğrenci olan benim. Patronun kâhyası olan bozuluyor… Üsteliyorum:
– Ne yapayım, patronun kâhyası değil misin?
İşçi olan ortamı yumuşatmak istiyor:
– Köpekler gibi hırlaşmayın! Baksanıza, fıkra gibiyiz.
Hepimiz gülüyoruz.
Olduğumuz yere yerleşip yanımızda getirdiğimiz azığı paylaşıyoruz. Peynir, zeytin, ekmek, reçel… İştahtan yana hiç sıkıntısı olmayan üç erkekten geriye sadece boş poşetle paket kağıtları kalıyor. Çöpleri özenle toparlayıp dönerken beraberimizde götürmek üzere bir kenara kaldırıyoruz. Yemekle arası pek iyi olmayan dördüncünün biz yemek yerken hazırladığı çaya yöneliyor gözlerimiz. Anlıyor derdimizi:
– Daha sürer biraz. Ateş yeni harlandı.
Biz çayı beklerken o bir sigara yakıyor. Sigarasının dumanı ince bir çizgi olup uzayıp giderken, o cebinden bir kağıt çıkarıyor.
– Size bir hatıramı okumak istiyorum. Yıllar önce yazmıştım; hemen hep yanımda taşırım. Herkes iç cebinde okunmuş muska taşımaz ya! Ben de yazılmış anı taşıyorum. Şu önümüzdeki yeşilliği, onun arkasındaki taş harabeleri görünce içimden geldi okumak. Hava iyice kararmadan izin var mı?
Taş harabeleri duyunca benim ilgim dağılıp gidiyor. Ne karnımın doyduğu, ne çay ne de okunan yazı beni toparlıyor. Herkes gibi başımla onaylasam da aklım başka yerde.
Komün zamanında insanının güzelliğinin Fatsa’nın tarihi ve doğal güzelliklerinden daha göz alıcı olduğunu anlatan lirik bir yazı. Bir anı. Kendi anısı. Komün zamanında pek çok solcu gibi o da gözleme gitmiş. Gördüklerini bir kenara bırakmış, hissettiklerini kağıda dökmüş. Belli ki o hissin peşinden hiç ayrılmamış bunca yıl. Bir gün aynı duyguyu yeniden hissedebilmek umuduyla yanında taşıyor naylon poşete sarılı kağıt parçasını.
Yazı okunup bitiyor, ardından da demlenen çayın eşliğinde önce bir soru cevap sonra da tartışma başlıyor. Ne soru soruyorum ne de tartışmaya katılıyorum. Uzatılan çaya da dokunmadım daha. Aklım taş harabelerde dolanırken usul usul hava kararıyor.
Şehir büyürken bu tarafa doğru çok az genişlemiş. Sanki, bu tepeyi, bu kayalıkları, onun önündeki yeşilliği ve yeşilliğin ötesindeki yıkıntıları sınır saymış, bilerek gelmemiş buralara. Sit alanı belki de burası. Bin yıllar önce yaşayanların ve yaşananların hatırasına dokunmamak için bırakmışlar öylece. Gözlerim, yıkıntının etrafı çitle çevrili mi diye bakıyor ama beyhude. Hava çoktan karardı; ay daha doğmadı.
Uzaktan Anadolu Ekspresi’nin sesi duyuluyor belli belirsiz. Saat on buçuk olmalı. Nazlı gelin, on saat süren Ankara-İstanbul yolculuğuna başladıktan ancak yarım saat sonra bizim oralara varır. Halbuki Ankara dediğin ne? İyice gerilip atlasam bu kayalıktan birinci perona düşeceğim neredeyse Ankara Garı’nda. O kadar yakın. Yine de yarım saat sürüyor bizimkinin yolculuğu. Fransızlar yapmış Garın ilk binalarını. Bundan tam yüz yıl önce. Oysaki ben Almanlar yaptı sanıyordum. Meğer elli beş yıl kadar önce de Bauhaus mimarisine göre yeni binalar yapılmış. Yanılmam ondanmış. Öğrendiğimde pek şaşırmıştım. Yetmiş iki milletin emeği var bu topraklarda.
Önümde epeydir duran çaya uzanıyorum. Hâlâ ılık. Bir defada içip bitiriyorum. Yavaş yavaş ay doğuyor. Yorgunum. Başımı anısını okuyanın dizine koyuyorum…
Ortalık gündüz gibi aydınlık. Kayalıklardan aşağı ne zaman indim bilmiyorum. Yeşilliklerin arasından ilerleyip harabelere doğru yürüyorum. Balkondan bakarken bu kadar yakın görünmüyordu. Bir solukta vardım. Yıkık taşlardan birisinin üstünde ak sakallı bir dede oturuyor. Sakalları göğsüne ulaşmış, tertemiz parlıyor sanki. Yekpare elbisenin paçaları toz olmuş, yine de temiz. Çobanların giydiği kepeneğe benziyor ama omuzları düşük, yumuşacık koyu bir kumaştan yapılmış. Kafasında aynı renkten bir takke var. Yüzü durgun, kederli ama apak. Beni görüp ayağa kalkıyor. Boyu boyumda ama heybeti beni sarsıyor. Küçülüyorum sanki ak sakallı bu dedenin karşısında. Halimi görüp gülümsüyor. Neredeyse nurdan bir yüzü var, insan bakmaya doyamıyor. O gülümseyince bir an rahatlıyorum. Elindeki kitabı uzatıyor bana. Elleri kocaman. Kitaba bakıyorum, içinde rünler dolu, bir şey anlamıyorum.
– Kimse kalmadı bunu okuyacak, diyor. Sen okumaz mısın?
Başımla hafifçe onaylıyorum.
– Okurum ama bu rünleri bilmiyorum, öğretir misin?
Ak sakallı dedenin yüzündeki hüzün derinleşiyor.
– Bunlar rün değil ki!
Yaklaşıyor, hafifçe elime dokunuyor. Eli buz gibi. Soğuk, elimden koluma, kolumdan bütün bedenime yayılıyor, içime işliyor. Korkuyla geri çekiliyorum. Bir titreme alıyor. Durduramıyorum kendimi. Bağırarak uyanıyorum:
– Soğuk!
Birisi teselli ediyor:
– Tamam, tamam. Üşüdün heralde. Kötü rüya gördün. Yok birşey. Bak, sabah oldu.
Teselli eden bir yandan da üstümdeki ceketi sıkıştırıyor; birisi gece ceketini üstüme örtmüş.
Sabah olmuş. Hava aydınlık ama güneş hâlâ tepelerin ardında. Akşamki kadar ılık olmasa da üşünecek bir hava yok. Korkuyla taş harabelere bakıyorum.
– Sağ ol. Kan şekerim düştü herhalde. Saat kaç?
Kuru kuru cevap veriyor:
– Sekize geliyor. Yavaş yavaş dönmek lazım.
Geri dönmek için toparlanıyoruz. Kayalıktan aşağı yavaş yavaş inerken kendi kendime söyleniyorum:
– İşin aslını öğrenmek lazım, yoksa bu, benim aklımdan çıkmaz!
Bütün hafta boyunca, rüyamı kimseye anlatmadan, taş harabelerin esrarını araştırıyorum. Kimse birşey bilmiyor. Hırslanıyorum. Kızıyorum. Sanki biliyorlar da söylemiyorlar gibi geliyor bana. Aldığım tek cevap:
– Eski köy işte… Ne sorup duruyorsun!
Tanıdığım herkes sanki söz birliği etmiş gibi aynı yanıtı veriyor bana. Galiba bir tek benim haberim yok eski köyden… Çaresiz, rüyamı anneanneme anlatıyorum. Bilirse o bilir. Buranın yerlisi sayılır. Ben anlattıkça yüzüne bir hüzün çöküyor. Sonuna kadar dinledikten sonra başımı okşuyor:
– Temiz kalpli yavrum benim. Senden dua istemeye gelmiş o adam. Bazen böyle görünürler. Korkma! Sana öğrettiğim o duayı oku böyle zamanlarda. Bir fakire para veririm ben senin için. Rahat ol. Anlattın ya, akar gider içinden…
Dua isteme meselesine kanmayacağımı biliyor. Dua okumayacağımı da… Temkinli ama lafı fazla dolandırmadan devam ediyor:
– Sel gelmiş. Sonra köyü Yenikent’e taşımışlar. Kimi göçmüş gitmiş, kimi hiç olmuş gitmiş. Kimini sürmüşler, zorla gitmiş, yapanların günahı boynuna. Geçmiş gün… Kalanlar da uğuru kaçtı diye orada kalmak istememişler. Çoğu insan korkmuş işte senin gibi. Orada dolaşan ruhlar rahat bırakmaz diye. Bir iki defineci geldi sonraları, yokladı, onlar da birşey bulamadılar. Sonra da yıkıntı oldu, bildiğin… Baykuşlara yuva… Düşünme fazla. Sakın oraya gitme bir daha! Sakın! Kimseye de anlatma bu rüyanı! Bak beni seviyorsan. Tamam mı? Hakkımı helâl etmem bak… Tövbe de, tamam mı?
İstemeye istemeye kabul ediyorum:
– Peki, tamam!
Anneannemle konuştuktan sonra kimseye bir şey sormuyorum artık. Hırslanmıyorum, kimseye kızmıyorum. Eski köyün esrarı bir şekilde çözüldü. Daha fazlasını anlamam da gerekmiyor. Verdiğim söze sadık kalmam gerektiğini biliyorum. O yetiyor.
Kardeşim soruyor:
– Neymiş?
İnkâr trenine ben de katılıyorum:
– Eski köy işte… Ne sorup duruyorsun!
→ Ulaş Yılmaz ist Informatiker.
Illustration: → Joaquina Garotte Gasch